Peygamber efendimizin vefatından sonra, özellikle Hz. Osman döneminden başlayarak İslam’da ayrışma ve nifaklar başlamıştır. Özellikle Emevi halifeleri olan Muaviye, oğlu Yezid, 2. Muaviye dönemlerinde, Hz. Ali b. Ebu Talib için hutbelerde lanetler okutmuştur. Aslında işin gerçeği Şiilik ve Sünnilik o dönelerde ortaya çıkmıştır. Hz. Ali (r.a.) döneminde, Hz. Osman’ın ölümünü bahane eden Muaviye, ona karşı bayrak açmıştır. Bir de sonradan halife olan bu zat, Emevi kültürünü İslam dini gibi göstererek, İslam’ın özünü bozmaya çalışmıştır. Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali’ye karşı bayrak açan Muaviye, sözüm ona Peygamber sünnetini savunduğunu söylüyor ve kendisini Sünni ilan ediyordu. Yine bu dönemde, Hariciler grubu da ortaya çıkmıştı. Bu şekilde de İslamiyet, siyasi mezhepler olarak üçe bölündü. Bunlar; Şia ya da Şiilik, Sünnilik ve Haricilikti.
Şiilik ya da Şia, Hz. Osman (r.a.) döneminden başlayarak Mısır’da doğdu. Çünkü Mısır, propaganda için uygun bir ortamdı. Şiilik daha sonra Irak’a sıçradı ve orayı kendisine merkez edindi. Medine, Mekke be diğer Hicaz kentleri Sünnet ve hadisin beşiği olmaya devam ederken, Şam diyarı Emevilerin yardımcılarıyla doluydu. Irak da Şia’nın karargâhı haline geldi. Acaba Irak neden Şia’nın karargâhı oldu? Bunun birkaç sebebi vardı.
Hz. Ali b. Ebu Talib (r.a.), hilafeti boyunca Irak’ta kaldı. Orada insanlarla görüştü ve insanlar Hz. Ali (r.a.)’nin takdir gerektiren meziyetlerini orada fark ettiler. Iraklılar, Emevi iktidarına hiçbir zaman kalben dost olmadılar. Muaviye, kendi döneminde Irak’ın üstüne “Ziyad b. Ebihi’yi gönderdi. Ziyad muhalefetin çıkmasını önledi ama insanların kalbinde karşı gelme duygularını silemedi. Ziyad’dan sonra Yezid döneminde Ziyad’ın oğlu bu görevi üstlendi. Ama o dönemde ilk ayaklananlar, yine Iraklılar oldu. Mervanoğulları başa geçince, Abdülmelik b. Mervan kendi döneminde Irak’ı Haccac’a havale etti. Haccac, şiddetli bir baskı uyguladıkça Şii düşünce, taraftarları nezdinde giderek güçleniyordu. Öte yandan, Irak eski kültürlerin buluştuğu bir yerdi. Irak’ta hâkim kültür, Fars ve Keldani kültürü idi. Ayrıca Yunan ve Hint felsefesi de buna eklenince İslam’a bu anlayışlar hâkim olmaya başladı. Bizler İslam’a sonradan giren şeylere “Bidat” diyoruz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) döneminde hiç uygulanmamış çoğu şey bugün uygulanmaktadır. Bunun nedeni, İslam’ın mezhep, cemaat ve tarikatlar adı altında özünden uzaklaşmasıdır. Bir örnek verelim; Peygamber efendimizin hiç tespihi var mıydı? Elbette ki yoktu. İslamiyet farklı coğrafyalara yayılırken, ulaştığı coğrafyadaki bazı kültürlerden etkilenmiştir. Tespih, Hint kültüründen İslami kültüre geçmiştir. Tespih geleneği, aslında Katolik mezhebinde de vardır. Hindistan da yaşayan Ahmed Sirhindi (İmam-ı Rabbani) tarafından İslam dinine sokulmuştur. İmam-ı Rabbani, tespih’i İslam dinene sokması, o dönemde Hindistan’da Buda inancında ve kültüründe kullanılması sebebiyledir. Bazı kaynaklar da ise tespih’in Hz. Ebubekir tarafından kullanıldığı da yazmaktadır. Her neyse sonuçta tespih, Hz. Peygamber’in sünnetleri içinde yer almamaktadır. Devam edelim, ıraktaki farklı kültür ve anlayışlar, İslamiyet’in içine sokularak, Şiilik mezhebinin doğmasını sağlamıştır.
Şüphesiz ki, Hz. Ali (r.a.)’yi ilahlaştıran Sebeiyye ve benzeri fırkaları bir kenara bırakırsak, Şiilik ya da Şia, İslami bir mezhep kabul edilmektedir. Bunun nedeni, Şia mezhebinin bütün görüşleri Kur’an’daki bir nassa veya Hz. Peygamber (s.a.v)’ e nispet edilen bir hadise dayandırmaktadır. Şiilikte bazı içtihatlar maalesef Fars kültürüne göre yapılmaktadır. Hatta bazı bilim insanları, Şia mezhebinin temelinde Farisi bir eğilim olduğunu savunmuşlardır. Iraklılara göre Hz. Peygamber (s.a.v) vefat etmişti ve bir oğlu olmadığından, amcasının oğlu Hz. Ali (r.a.), ondan sonra gelmeyi hak ediyordu. Yine onlara göre, Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) hilafeti gasp etmişlerdi. Bu anlayış aslında daha sonra da devam etmiştir. Örneğin Padişah Vahdettin, Osmanlı topraklarından ayrıldıktan sonra bir dönem Şam’a gitmişti. Şam’da onun hilafeti devretmesi için ona baskı yaptılar. Padişah Vahdettin anılarında bu durumu şöyle anlatmıştır: “Şam’dan kızgın saçtan kaçar gibi kaçtım”. Iraklılar, Mekkeli ve Medineliler şöyle söylemişlerdi Padişah Vahdettin’e: “Sen halife olamazsın çünkü halife olmanın iki kuralı vardır. Birincisi Kureyş kabilesinden gelmelisin, ikincisi Peygamber efendimizin hadisi şerifinde dediği gibi; “Halifelik otuz yıl sürecektir. Sonrasında ısırıcı krallar gelecektir”. Bundan dolayı halifeliği bize devret diye onu zorladılar. Padişah Vahdettin Şam’dan kaçtı ve İtalya’ya geçti. İki yıl sonrada orada vefat etti.
Şam’da yaşayan Yahudilerde ve onların fikir babalarından Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin takdis edilmesini bile savunmuştur.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
SERHAT AYAS
İslam’da Mezhepler-2
Peygamber efendimizin vefatından sonra, özellikle Hz. Osman döneminden başlayarak İslam’da ayrışma ve nifaklar başlamıştır. Özellikle Emevi halifeleri olan Muaviye, oğlu Yezid, 2. Muaviye dönemlerinde, Hz. Ali b. Ebu Talib için hutbelerde lanetler okutmuştur. Aslında işin gerçeği Şiilik ve Sünnilik o dönelerde ortaya çıkmıştır. Hz. Ali (r.a.) döneminde, Hz. Osman’ın ölümünü bahane eden Muaviye, ona karşı bayrak açmıştır. Bir de sonradan halife olan bu zat, Emevi kültürünü İslam dini gibi göstererek, İslam’ın özünü bozmaya çalışmıştır. Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali’ye karşı bayrak açan Muaviye, sözüm ona Peygamber sünnetini savunduğunu söylüyor ve kendisini Sünni ilan ediyordu. Yine bu dönemde, Hariciler grubu da ortaya çıkmıştı. Bu şekilde de İslamiyet, siyasi mezhepler olarak üçe bölündü. Bunlar; Şia ya da Şiilik, Sünnilik ve Haricilikti.
Şiilik ya da Şia, Hz. Osman (r.a.) döneminden başlayarak Mısır’da doğdu. Çünkü Mısır, propaganda için uygun bir ortamdı. Şiilik daha sonra Irak’a sıçradı ve orayı kendisine merkez edindi. Medine, Mekke be diğer Hicaz kentleri Sünnet ve hadisin beşiği olmaya devam ederken, Şam diyarı Emevilerin yardımcılarıyla doluydu. Irak da Şia’nın karargâhı haline geldi. Acaba Irak neden Şia’nın karargâhı oldu? Bunun birkaç sebebi vardı.
Hz. Ali b. Ebu Talib (r.a.), hilafeti boyunca Irak’ta kaldı. Orada insanlarla görüştü ve insanlar Hz. Ali (r.a.)’nin takdir gerektiren meziyetlerini orada fark ettiler. Iraklılar, Emevi iktidarına hiçbir zaman kalben dost olmadılar. Muaviye, kendi döneminde Irak’ın üstüne “Ziyad b. Ebihi’yi gönderdi. Ziyad muhalefetin çıkmasını önledi ama insanların kalbinde karşı gelme duygularını silemedi. Ziyad’dan sonra Yezid döneminde Ziyad’ın oğlu bu görevi üstlendi. Ama o dönemde ilk ayaklananlar, yine Iraklılar oldu. Mervanoğulları başa geçince, Abdülmelik b. Mervan kendi döneminde Irak’ı Haccac’a havale etti. Haccac, şiddetli bir baskı uyguladıkça Şii düşünce, taraftarları nezdinde giderek güçleniyordu. Öte yandan, Irak eski kültürlerin buluştuğu bir yerdi. Irak’ta hâkim kültür, Fars ve Keldani kültürü idi. Ayrıca Yunan ve Hint felsefesi de buna eklenince İslam’a bu anlayışlar hâkim olmaya başladı. Bizler İslam’a sonradan giren şeylere “Bidat” diyoruz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) döneminde hiç uygulanmamış çoğu şey bugün uygulanmaktadır. Bunun nedeni, İslam’ın mezhep, cemaat ve tarikatlar adı altında özünden uzaklaşmasıdır. Bir örnek verelim; Peygamber efendimizin hiç tespihi var mıydı? Elbette ki yoktu. İslamiyet farklı coğrafyalara yayılırken, ulaştığı coğrafyadaki bazı kültürlerden etkilenmiştir. Tespih, Hint kültüründen İslami kültüre geçmiştir. Tespih geleneği, aslında Katolik mezhebinde de vardır. Hindistan da yaşayan Ahmed Sirhindi (İmam-ı Rabbani) tarafından İslam dinine sokulmuştur. İmam-ı Rabbani, tespih’i İslam dinene sokması, o dönemde Hindistan’da Buda inancında ve kültüründe kullanılması sebebiyledir. Bazı kaynaklar da ise tespih’in Hz. Ebubekir tarafından kullanıldığı da yazmaktadır. Her neyse sonuçta tespih, Hz. Peygamber’in sünnetleri içinde yer almamaktadır. Devam edelim, ıraktaki farklı kültür ve anlayışlar, İslamiyet’in içine sokularak, Şiilik mezhebinin doğmasını sağlamıştır.
Şüphesiz ki, Hz. Ali (r.a.)’yi ilahlaştıran Sebeiyye ve benzeri fırkaları bir kenara bırakırsak, Şiilik ya da Şia, İslami bir mezhep kabul edilmektedir. Bunun nedeni, Şia mezhebinin bütün görüşleri Kur’an’daki bir nassa veya Hz. Peygamber (s.a.v)’ e nispet edilen bir hadise dayandırmaktadır. Şiilikte bazı içtihatlar maalesef Fars kültürüne göre yapılmaktadır. Hatta bazı bilim insanları, Şia mezhebinin temelinde Farisi bir eğilim olduğunu savunmuşlardır. Iraklılara göre Hz. Peygamber (s.a.v) vefat etmişti ve bir oğlu olmadığından, amcasının oğlu Hz. Ali (r.a.), ondan sonra gelmeyi hak ediyordu. Yine onlara göre, Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) hilafeti gasp etmişlerdi. Bu anlayış aslında daha sonra da devam etmiştir. Örneğin Padişah Vahdettin, Osmanlı topraklarından ayrıldıktan sonra bir dönem Şam’a gitmişti. Şam’da onun hilafeti devretmesi için ona baskı yaptılar. Padişah Vahdettin anılarında bu durumu şöyle anlatmıştır: “Şam’dan kızgın saçtan kaçar gibi kaçtım”. Iraklılar, Mekkeli ve Medineliler şöyle söylemişlerdi Padişah Vahdettin’e: “Sen halife olamazsın çünkü halife olmanın iki kuralı vardır. Birincisi Kureyş kabilesinden gelmelisin, ikincisi Peygamber efendimizin hadisi şerifinde dediği gibi; “Halifelik otuz yıl sürecektir. Sonrasında ısırıcı krallar gelecektir”. Bundan dolayı halifeliği bize devret diye onu zorladılar. Padişah Vahdettin Şam’dan kaçtı ve İtalya’ya geçti. İki yıl sonrada orada vefat etti.
Şam’da yaşayan Yahudilerde ve onların fikir babalarından Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin takdis edilmesini bile savunmuştur.